Sağlıkta Fark Yaratanlar:
Prof. Dr. İsmail Tayfun Uzbay
Tüm yaşadığı sıkıntılara ve kırgınlıklarına rağmen bilime
olan ilgisini ve çalışma azmini asla kaybetmeyen, öğrenmeye ve öğretmeye devam
eden üretken bilim insanı Prof. Dr. İsmail Tayfun Uzbay, başarılarla dolu hayat
hikâyesini Health40 platformunda okurlarımızla paylaştı.
“Her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluş felsefesinden çok etkilendim”
Bilimi çok seviyorum ve
karşınızda profesyonel bir bilim insanı olarak sizlerle bu görüşmeyi yapıyorum.
Ben her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinden çok etkilendim.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk diyor ki; “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.
Benden sonra beni benimsemek isteyenler bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin
rehberliğini kabul ederse benim manevi mirasçılarım olur.” Türkiye’de
birisi akademisyen olmuş ve bu felsefeyi benimsemiş ise Atatürk’ün manevi
mirasçısı olmuş demektir. Ben de kendimi Atatürk’ün manevi mirasçılardan biri
olarak kabul ediyorum.
Ben 1959 yılında Ordu’nun Ünye
ilçesinde dünyaya geldim. İlkokul, ortaokul ve liseyi Ünye’de okudum. 1965’ten
1970’e kadar Anafarta İlkokulunda okudum. Okulumuz güzel bir bahçesi olan ahşap
bir binaydı. İlkokulda okuduğum yıllarda, biri sağlık diğeri ise uzay bilimleri
alanında dünyada iki önemli olay gerçekleşti. Sağlık bilimleri konusunda beni
en çok etkileyen Güney Afrikalı cerrah Dr. Christiaan Barnard’ın 3 Aralık 1967’de
gerçekleştirdiği kalp nakli idi. O zamanlarda iletişim ve haber ağı bugünkü
gibi değildi. Bu haberi annemin abone olduğu ve haftada bir evimize giren Hayat
mecmuasından öğrenmiştim. O zamanlar bir ilkokul öğrencisi olmama rağmen haber beni
çok etkilemişti. Haberi tekrar tekrar okudum. Bu olaydan çok etkilenip Dr.
Barnard’a hayran olmuş ve onun gibi bir cerrah olma hayalleri kurmuştum.
İki yıl sonra 1969’da yine ilkokuldayken
Neil Armstrong Ay’a ayak basan ilk insan olmuştu. Bu haberi de yine radyo,
gazete ve haftalık dergilerden takip etmiştim. Dediğim gibi, o zamanlar sadece
radyo ve gazete var; gazete Ünye’ye geliyor ama önemli bir haberi ancak bizler
1,5 gün sonra öğreniyoruz. Neden 1,5 gün diyorum, günlük gazetenin dağıtım
aracından Ünye’deki gazeteciye ulaşması çok defa öğle saatlerini buluyordu. Neil
Armstrong’un aydaki meşhur yürüyüşünden sonra da astronot olma ve uzaya gitme
hayalleri kurmuştum.
“Oyunlarım akranlarıma hiç benzemiyordu”
Arkadaşlarım yaşlarına uygun
çocuk oyunları oynarken benim oyunlarım biraz garip ve onlardan farklı idi. Ben
oyunlarımda ya aya giden ilk Türk astronot oluyordum ya da tam teşekküllü
ameliyathane gibi yaptığım odamda peçete ile bir cerrah gibi maske takıp, annemin
yastıklarından yaptığım maket insanlar üzerinde ameliyatlar yapıyordum. Babam
da bu çocuk normal çocuklar gibi oynamıyor diye endişeleniyordu.
Galiba ya bir hayırsever
okulumuza bağışta bulunmuştu ya da bir yerden para gelmişti; yani okulun parası
vardı. O zamanlar okul müdürümüz Allah rahmet eylesin, Hasan Sevindik hocamızdı
ve ilkokul öğretmenim Günay Canarslan ile bu para ile okula bir şeyler almak
için öğrenciler arasında anket yaptılar. Okulumuzun daha trampet takımı
olmadığından mili bayramlarda, geçit törenlerinde biz ekibi olan okulların
yanından yürüyorduk. Yapılan ankette en çok oy trampet takımı kurulmasına
çıkmıştı. Sonrasında oylar voleybol
topu, futbol topu gibi çocukların ilgisini çekecek şeylere çıkmıştı. Benim
isteğim ise okula mikroskop ve teleskop alınmasıydı. Müdürümüz Hasan Sevindik beni
çağırdı ve “İsteklerin çok etkileyici, çok etkilendim ama çoğunluk bunları
talep etmemiş” dedi. Yani daha
ilkokulda bilime ve araştırmaya bir hayli merakım vardı.
O zamanların ünlü haftalık
dergilerinden biri de Fotoroman’dı. Annem bu haftalık dergiye de aboneydi. Çarşamba
günleri eve siyah beyaz baskılı Fotoroman gelirdi. İçinde çok güzel hikâyeler
olurdu. Korku isimli hikâye beni çok etkilemişti. Konusu İtalya’da bir klinikte
geçen hikâyede şizofreni hastası olmadığı halde şizofreni hastalarının
bulunduğu bir kliniğe kapatılan Cecilia isimli bir genç kızla, kliniğe
sonrasında gelen ve Cecilia’nın hasta olmadığını fark ederek yaşlı klinik
yöneticisi Profesör Oswaldi’ye bunu kanıtlamaya çalışan idealist doktor Dario’nun
mücadelesi anlatılıyordu. Kızın zengin akrabaları kızı mirastan pay almasın
diye hasta gibi gösterip kliniğe kapatmışlardı.
Bu romanda bir psikiyatri kliniğinin
işleyişi, psikiyatri doktorları, ruh hastaları, şizofreni ve şizofrenin nelere
mal olabileceği gibi konularda bilgiler de edinmiştim. Bu beni çok etkiledi.
Kalp nakli yapıldığı için bir daha yapmanın anlamı yoktu. Aya gitme fikrimden
de vaz geçmiştim. Hem yükseklik korkumun olması hem de okula teleskopun
alınmaması ilgimi kaybetmeme neden olmuştu.
“Hedefim büyük; ileride iyi bir beyin
cerrahı olacağım ve ilk beyin naklini yapacağım”
Şizofreni hastalığının
tedavisinin olmadığını öğrenince ileride iyi bir beyin sinir cerrahı olacağım
ve ilk beyin naklini ben yapacağım diye yeni bir hedef geliştirdim. Hipotezim
de sağlamdı; Dr. Barnard kalp ameliyatında hasarlı kalbi alıp sağlam kalbi
yerine koyup hastayı sağlığına kavuşturuyordu. Ben de şizofreni olan beyni alıp
sağlam bir beyinle değiştirirsem hastalık ortadan kalkar diye düşünmüştüm.
Öğretmenlerim madem böyle büyük hedeflerin var, doktor, hatta beyin cerrahı
olmak istiyorsun o zaman iyi bir eğitim alman lazım diyerek beni
yönlendiriyordu.
Babam Ünye’de pastanesi olan
küçük bir esnaftı. Günümüzde o pastaneyi halen işletmeye çalışıyor. Ünye’de
okuyorsun ve hedef büyük. İyi bir eğitimin yolu Ankara’daki TED Koleji ve
birkaç ildeki benzer kolejlerden geçiyordu. İlkokul sonrası bu kolejlere girmek
için o zamanlar sınav yapılırdı. O zamanki adıyla Samsun Maarif Koleji önemli
bir okuldu ve yatılı kısmı da vardı. Üstelik Ünye’ye de yakındı. İlkokul 5.
sınıfta kolej sınavlarına girdim. En başa da Samsun Maarif Koleji’ni yazmıştım;
fakat hiçbirini kazanamadım. İlk defa test sınavıyla karşılaşmıştım. Bu sınavı
kazansaydım hayatımda ne değişirdi bilemiyorum.
Maarif kolejine giremeyince
mecburen Ünye Ortaokulu’na sonra da Ünye Lisesi’ne gittim (1973-1976). O yıllarda Ünye Lisesi’nde kimya, fizik ve
biyoloji laboratuvarı vardı ve o zaman için bana göre harika bir eğitim sistemi
vardı. Öğrenciler ortaokuldaki fen ve edebiyat başarı durumlarına göre lisenin
birinci sınıfında fen ve edebiyat diye iki ayrı kola ayrılıyordu. Ortaokuldan
sonra bir olgunluk sınavı yapılıyordu. Bu sınav tüm temel derslerden yapılıyor
aldığınız ortalama puan ile fen ve sosyal derslerdeki puanınız lisede hangi
kola devam edeceğinizi belirliyordu. Edebiyat kolu fen derslerini çok az
alıyorlar, buna karşılık sosyal bilimler alanının dersleri daha ağırlıklı
okutuluyordu. Lise ikinci sınıfta fen kolu Matematik ve Tabii Bilimler (ya da
Biyoloji) olarak yine ikiye ayrılıyordu; bunu da matematik ve biyoloji dersindeki
performansınız belirliyordu. Önce ortaokul fen dersleri ortalamam ile lisenin
fen koluna, sonra da biyoloji ortalamam oldukça yüksek olduğundan Tabii Bilimler
koluna ayrıldım. Bence güzel bir sistemdi. Bir daha sınava gereksinim duymadan öğrencileri
yeteneklerine göre fırsat eşitliği ve hakkaniyet çerçevesinde kategorize
ediyordu. Tabii Bilimler bölümünde matematik ders saati az, biyolojinin ise
fazlaydı. Fizik ve kimya gibi temel dersler her iki kolda da ihmal edilmiyordu.
Belki inanmayacaksınız ama Ünye gibi
nüfusu o zamanlar 16 bin civarında olan bir kasaba lisesinde, o yıllarda ben
kimya laboratuvarında odundan alkol damıttım. Fizik laboratuvarında dalga boyu
ölçtüm ve biyoloji laboratuvarında da birçok gözlem yaptım (sineği, solucanı
inceledim vs.). Şimdiki Anadolu liseleri, süper liseler ayarında laboratuvarları
vardı.
Aklıma gelen ilginç bir anımı
paylaşayım. Yazdığım “Görünmeyen Beyin” kitabımın İstanbul’daki imza gününde
ortaokul Türkçe hocam Mehmet Zeki Gündüz ile karşılaştım. ‘’Hocam siz olmasanız
böyle yazamazdım’’ dedim ve kendisine imzaladığım kitabımı hediye ettim. Hocam
da benimle gurur duyduğunu söyledi. Lafı
uzatmayalım ama şimdiki çocuklar dilekçe yazmakta bile zorlanıyor..
“Üçüncü defa sınava girmek ve tıp
yerine eczacılık okumak”
Ünye Lisesi’nden mezun oluktan
sonra hedefim belliydi, tıp fakültesini kazanmak istiyordum. Üniversiteye
girişte yapılan sınavın adı ÜSS (Üniversite Seçme Sınavı) idi. O zamanlar yanılmıyorsam
16 ya da 20 tercih yapılıyordu; emin değilim. Her neyse, hatırladığım tüm
tercihlerimi tıp fakültesi olarak doldurmuş olduğum. Birinci sınava girerken
İstanbul Tıp Fakültesi’nden başlayarak memlekette ne kadar tıp fakültesi varsa
hepsini yazdım ve başkaca bir tercih yapmadım. Hedefim belliydi. Beyin ve sinir
cerrahı olacaktım. Birinci sınav sonucu geldi. Puan fena değil ama hiçbir yere
giremedim. Yanılmıyorsam en alttaki tercihime ulaşmak için 8-10 soru daha yapmam
gerekiyordu. Tabi büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Arkadaşlarımın birçoğu bir
yerlere yerleşmişti.
İkinci sene babama işi sansa
bırakmayayım bir de dershaneye gideyim dedim. O zamanlar ne Ünye’de ne de
Samsun’da dershane yok, en yakın dershane Ankara’daydı ve teyzem Ankara’da
oturuyordu. Ankara’da Arı dershanesi ve Büyük Dershane vardı. Büyük dershaneyi
tercih ederek, daha iyi bir hazırlık dönemi geçirdim. Bu sefer daha mütevazı
davrandım; tercih konusunda 10 tane tıp fakültesi, onun arkasına eczacılıkları
yazdım. Üstüne dershane takviyesi koymama rağmen, hangi faktörler etkili oldu
bilmiyorum, ama bu sefer daha düşük puan aldım. İkinci yılda da hiçbir programa
giremedim.
Bir taraftan askerlik çağım da
yaklaşıyor. Babam da “Bırak okul işini,
olmuyor, gel beraber dükkânda çalışalım” diye söylenmeye başlamıştı ama ben
mutlaka okumak istiyordum. Mevcut puanım ile bir yerlere ön kayıt ile gireyim sonra
tekrar sınava girerim diye düşündüm. Hiç unutmam, radyoda gece 23:00
haberlerinden sonra üniversitelerin kesin kayıt ile dolmayan boş kontenjanları anons
edilirdi. Her gece radyo başında beklerdik. Kulağımız radyoda açık kontenjan
beklerdik. Neyse, o yıl mevcut puanım ile ön kayıt yaptıracağım bazı uygun
yerler anons edildi. Önce Kayseri Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi
elektrik elektronik bölümüne ön kayıt yaptırdım; olmadı. Daha Sonra Hacettepe Üniversitesi’nin
psikoloji bölümüne ön kayıt yaptırdım ama onu da kazanamadım. Büyük bir hayal
kırıklığı ile Ünye’ye geri döndüm. Benim
sosyal puanım fen puanımdan daha yüksekti. Üçüncü ön kayıt denemesinde puanım Samsun
Eğitim Enstitüsü’nün Sosyal Bilimler bölümünü tuttu ve oraya kayıt yaptırdım.
Bu şekilde askerlik sorununu da çözmüş olarak tekrar sınava girmeye karar
verdim. Babama söyleyince, babam “Öğretmenlik
de güzel meslek sana güzel bir öğretmen hanım buluruz evlenir, geleceğini
kurarsın” dedi. Babamın yaklaşımı
mantıklı olsa da benim aklım hala tıpta ve beyindeydi.
Yeni bir dershane denemesine
imkân yoktu. Hiç unutmuyorum, Samsun’da Mecidiye caddesinin yakınlarında Kar
Kitabevi isimli bir kitapçıda Soru Bankası isimli bir kitap gördüm ve onu satın
aldım. Kitap geçmiş yıllarda çıkan soruları ve benzerlerini içeriyordu. Sürekli
test çözdüm. O kitabı sınav zamanına kadar bitirdim. Üçüncü üniversite sınavına
Samsun’da Çiftlik Caddesi üzerindeki küçük bir ilkokulda girdim. Bu sefer
sınavı zamanından önce bitirmiş ve sorulara tekrar tekrar bakma fırsatım
olmuştu. Sosyal bilimler bölümünde
okuyorum, tercihlerimin çoğu tıp gibi fen alanında ama hukuk, siyasal ve
gazetecilik gibi sosyal bilimlerden tercihlere de yer verdim. Üçüncü girişimde tek tıp tercih koymuştum. İkinci
tercihim ise İstanbul eczacılıktı.
Bu sefer çok yüksek puan aldım, bu
puan ile ilk girdiğim sınavda tercihlerime yazdığım bazı tıp fakültelerine de
girebiliyordum. Ama bu sefer de ne yazık ki o fakülteleri yazmamıştım. İkinci
tercihim olan İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni kazanmıştım. Dördüncü
defa sınava girmek veya eczacılık okumak arasında bocalarken İstanbul Eczacılık
Fakültesi’ne kayıt yaptırdık.
“İstanbul Eczacılık Fakültesi’ne Millî
Savunma Bakanlığı’ndan burslu öğrenci olarak başladım.”
İlk yarıyıl o zamanlar
Kozyatağında oturan rahmetli amcamın evinden okula gittim. Sabahın 5:30’unda
kalkıp biri vapur üç vasıta değiştirerek okula gitmek zor oluyordu. Öte yandan
Türk gençliğinin sağ sol diye iyice kutuplaştığı bir dönemdi ve siyasileşmeyen
yurt yoktu. İkinci yarıyılın başında Millî Savunma Bakanlığı’nın eczacı
ihtiyacını karşılamak için açtığı sınavı kazanarak bakanlık adına burslu askeri
öğrenci olarak okula devam ettim. Bu durum beni merak eden annemi ve babamı da
rahatlattı. Mezun olunca da işim hazırdı, eczane açmak zorunda değildim. Okulda
ilk iki yıl epeyce zorlandım. Ama ortaokul ve lise alt yapımın ne kadar iyi
olduğunu zamanla anladım. Okula adapte oldum. Bilime hala meraklıydım. Şizofreniyi
cerrahi ile tedavi etme hedefimi de revize ettim. “Madem eczacılık okuyorum, şizofreni hastalarına hastalıklarını kesin
tedavi edebilecek bir ilaç keşfedeyim” dedim.
Fakültemizin duayen hocalarından
rahmetli Prof.Dr. Turhan Baytop derslerinde kil tabletlere çivi yazısı ile
yazılmış eski reçeteleri göstererek “Bunları
her yıl gösteririm, hiçbir öğrenci merak etmez, şurada burnumuzun dibindeki
Arkeoloji Müzesine gidip bunların orijinallerini görmez” diyordu. Ben merak edip gittim. Hatta araştırma
için arkeoloji müzesinden izin aldım. İlgimi çeken bir reçeteyi Edebiyat
Fakültesi’nden bu yazı dilinden anlayan akademisyenlerin yol göstermesi ile
tercüme edip, yorumlayıp yayımladım (Uzbay, İ.T. Mezopotamya uygarlığında
eczacılık mesleğine dair bir inceleme. Eczacılık Bülteni, 23:57-60, 1981. Eczacılık Bülteni, Prof.Dr. Kasım Cemal
Güven’in editörlüğünde halen yayınını sürdürmektedir). Hatırladığım kadarı ile
o sıralarda Edebiyat Fakültesi’nde çivi yazısı konusunda dünyanın en önemli
uzmanları arasında kabul edilen Prof.Dr. Muhibbe Darga da vardı. Bu benim bilim hayatımın ilk makalesiydi. Yine
öğrenciyken Turhan Baytop Hoca’nın bana tahsis ettiği kendi dersinde tüm
fakülteye Mezopotamya ve Hitit dönemi eczacılığını kil tabletlerin analizi
üzerinden anlatan bir konferans da verdim.
Üçüncü sınıf öğrencisiyken İsveç
Stockholm’deki 28. IPSF (International Pharmaceutical Student Federation)
öğrenci kongresi için bildiri hazırladım. Bildirim sözlü sunum olarak, üstelik
45 dakikalık bir konferans şeklinde sunulmak üzere kabul edildi. Konu
Türkiye’de kırsal kesimde sağlık ve eczacılık hizmetleri idi. Burada şöyle bir
sıkıntı ortaya çıktı, IPSF’nin okulumuzdaki Türkiye komitesi, bildiri
sunacakların bir yeterlilik jürisinden geçmesi gerektiğini belirtti. Benim lisede
aldığım İngilizce böyle bir sunum için yeterli görülmüyordu. Aslında aldığımız
İngilizce eğitimi fena değildi ama bir kolej seviyesinde de değildi.
Bir jüri kuruldu ve kendimi
anlatmamı istediler. Biraz anlattım, yeterli bulmadılar. Bazı sorulara yanıt
verme ve akıcı konuşma konusunda sorunum vardı. Bildiriyi benim adıma benim
yerime İngilizcesi iyi olan bir başka öğrencinin sunmasını teklif ettiler.
Kabul etmedim. Ben ısrarla kendim gitmek ve bildirimi sunmak istiyordum. İki ay
süre istedim çalışmak için, sonra beni tekrar dinleyin, ben bunu akıcı
sunacağım, dedim. Pek de inanmayarak bana 2 ay süre verdiler. “İki ay sonra, akıcı bir şekilde İngilizce
olarak sunumu yapamazsan bildiriyi senin adına sunmak üzere başka bir öğrenciyi
göndereceğiz” dediler.
Robert Kolej mezunu rahmetli
psikiyatrist Prof.Dr. Özgür Polvan akrabamdı. Ondan yardım istedim. Daha önce
iyi bir tercüme bürosuna tercüme ettirdiğim metni bir kasete akıcı bir şekilde
okuyarak kayıt etti. Ben de kaseti o zamanın gözde müzik dinleme aracı
walkman’e takarak dinlemeye başladım. Kayıtlı metni fırsat bulduğum her anda,
uykuda bile dinleyerek ezberledim. Günü geldiğinde heyete karşı güzel bir sunum
yaptım. Heyet, “Seni çok takdir ediyoruz ama sorulara cevap veremiyorsun bu yine
problem yaratır” dedi. Bu sorunu da çözdüm. Sınıf arkadaşım Yekta Alper
bana duayen eczacılardan İzmir Konak’ta eczanesi olan Atilla Sayıner’in oğlu
Tarık Sayıner’in de kongreye gittiğini, kolej mezunu olduğunu ve iyi derecede
İngilizce konuştuğunu söyledi. Kısa sürede Tarık ile irtibat kuruldu. Çok
pozitif bir arkadaştı. Hem öğrenci kongresini izlemek hem de tatil yapmak için İsveç’e
gidiyordu. Sunum esnasında soru geldiğinde cevap vermeme yardımcı olmayı kabul
etti. Bunun üzerine heyet sunum yapmamı
kabul ederek İsveç’e gitmeme izin verdi.
On gün süren bu kongre benim
ufkumu çok açtı. Bildirim en iyi dört bildiri arasına girdi. Ardından Tarık ile
beraber açık oturuma da katıldım. Nobel müzesini, Eczacılık Fakültesinin
araştırma laboratuvarlarını gördüm. Nobel müzesi beni çok etkiledi. Şizofreni
tedavisine yönelik bir ilaç keşfedebilirsem Nobel Ödülü alabileceğimi düşündüm.
1982’de Eczacılık Fakültesinden iyi
bir derece ile mezun oldum. Asker olduğum için önce Çorlu Askeri Hastanesi’nde
daha sonra Tekirdağ’daki ilaç deposunda iki yıllık mecburi kıta hizmetimi
yaptım. Bu arada ada Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) kurulmuştu.
“Biraz geç de olsa nihayet tıp
fakültesine girebildim”
GATA Tıp Fakültesi’ne klinik harici branşlarda yetiştirmek üzere subay aranıyordu. O yıllarda hekimler klinisyenliğe çok değer verdiğinden klinik harici branşlara hoca bulmak zor oluyordu. Özellikle anatomi, patoloji, farmakoloji ve biyokimya gibi branşlarda açık vardı. GATA bu ihtiyacı karşılamak için bana göre çok akıllıca bir iş yaptı. Eczacılık gibi tıbba yakın mesleklerden mezuniyet ortalaması yüksek subaylar arasından ayrıca bir dil ve meslek sınavına tabi tutarak, yüksek lisans eğitimine öğrenci aldı. Daha sonra da yüksek lisans eğitiminin anatomi, fizyoloji ve fizyopatoloji derslerini baştan sona öğrenciler ile birlikte aldırdı. Vize ve genel sınavları da ciddi bir şekilde yaptı. Ben de seçilenler arasındaydım ve yüksek lisans eğitimim biraz uzasa da bu dersleri yeterli ölçüde alarak iyi yetiştirilmiş oldum. Sonrasında bana tamam sen doktora da yapabilirsin dediler. Tıbbi farmakoloji doktorasını duayen hoca Prof.Dr. Oğuz Kayaalp’in danışmanlığında Hacettepe Tıp Fakültesi’nde tamamladım. Doktorayı aldıktan sonra tıptan Doçent oldum. Doktora tezim alkol bağımlılığı ile ilgiliydi. GATA’da en iyi aletlerle donatılmış iyi bir laboratuvar kurulmuştu. Bu laboratuvarda deney hayvanlarını alkolik yapmak ve alkol bağımlılığını tedavi etmek için hem yeni bir yöntem geliştirdim, hem de bazı ilaçların ilk kez önemli etkilerini tespit ettim. Doktora tezimden tam dört adet SCI dergilerde basılan makale çıktı. Alkol bağımlılığıyla şizofreni arasındaki ilişki üzerinde de araştırma yapmayı düşünmüştüm; buna yönelik araştırmalar yapıyor başka makaleler de yayınlıyordum.
“Aldığım ilk ödül sonrası Türkiye’de
bilim camiasındaki kıskançlığın bu safhada olduğunu öğrendim”
Avrupa Nöropsikofarmakoloji Derneği’nin
kongresinde verilen genç araştırmacı ödülleri vardı. Ödüller 5 kişiye
veriliyordu. Amsterdam’daki toplantıda ben de aday oldum. O zamanlarda iletişim
teknolojisi yaygın değil, sonuçlar şimdiki gibi cep telefonlarına gelmiyor,
dijital ekranlardan ilan edilmiyor.. Sonuçlar kongrenin yapıldığı merkezin
kapısına asılarak ilan edildi, ve kazananlar arasında 5. kişi olarak benim de
adım vardı. Ödül töreninde ise benim adım değil başkasının adı okundu. Bu durum
halen kafamı meşgul eder. Orada bir karışıklık oldu, söylediklerine göre
benimle birlikte bir kişi daha aynı puanı almış. Özür dileyerek bana da sözde kazandığıma
dair belge verdiler. Ama ilginçtir Türk meslektaşlarım bana verilen ödülü bir
rüşvet gibi gördüler. Ben ilk defa
Türkiye’de bilim camiasındaki kıskançlığın bu safhada olduğunu orada öğrendim.
Ayrıca bu olay bana Türkiye’de başarınızla kimsenin övünmeyeceğini öğretirken,
neden beyin göçü verdiğimizi de daha iyi anlamamı sağladı.
Sonrasında Kuzey Teksas
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi’nde bir yıl çalıştım. Orada çok şey
öğrendim çünkü tamamen psikofarmakoloji üzerine araştırma yapan bir
laboratuvardı. Buraya gidişim de enteresandı. GATA’da tıbbi farmakoloji
alanında ben hekim değil eczacı kökenli olduğumdan meslek şovenizmi ile
karşılaştım, GATA beni yurtdışına göndermedi. Ben de proje yazdım. Projem kabul
edilince TÜBİTAK ve NATO desteğiyle Kuzey Teksas Üniversitesi’ne gittim.
Buradaki 6 aylık sürecin sonunda çalışmalarımdan memnun kalan üniversite, bursumu
kendi bütçesinden 6 ay daha uzattı. Eğitimimin sonunda bölüm başkanı tarafından
merkezde kalmam konusunda davet aldım ama Genel Kurmay izin vermediği için
dönmek zorundaydım. Daha öğrenci iken benden desteklerini esirgemeyen Türk Silahlı
Kuvvetleri’ne ve Türk Milleti’ne karşı duyduğum minnet borcundan dolayı
memlekete döndüm. Daha önce devlet aracılığıyla yurtdışına gönderilenlerin %
60’ı geri dönmemiş. Yani üste para vererek batılı ülkelerin işgücüne güç
katmışız. Bu nedenle yurtdışındaki uzun süreli kalışlara karşı da bir direnç
vardı. Dönünce Teksas’taki laboratuvarın aynısını GATA’da kurdum. Yurt dışında
kalanların aksine yabancıların verdiği burslar ile kendimi geliştirdim ve
ülkeme dönüp hizmet etmeyi önceledim. 1999 yılında da İtalya’daki Cagliari Üniversitesinin verdiği burs ile bir
süre de bu üniversitede çalıştım.
“Laboratuvar 15 yılda 90 bilimsel
makale, 7 TÜBİTAK ve 1 DPT projesi ile 5 yüksek lisans ve 5 doktora tezi üretti”
1997-2012 yılları arasında
Gülhane Psikofarmakoloji Ünitesi’nde daha çok bağımlılık üzerinde çalıştım. Tezimde
geliştirdiğim yöntem Encyclopedia of Psychopharmacology (Psikofarmakoloji Ansiklopedisi)
içinde yer aldı (Uzbay IT, Bizarro L. Liquid diet for administering alcohol In:
Encyclopedia of Psychopharmacology. Stolerman). Bunun dışında SCI dergilerde 90
bilimsel makale yayımlandım. Sadece bu yayınlara 2000 civarı atıf yapıldı.
Ayrıca 5 yüksek lisans, 5 doktora tezi bitirildi. Bunların üçü daha önce girmeyi
başaramadığım Hacettepe deneysel psikoloji bölümündendi. Oradan gelen gençler deneysel
psikoloji çalışmalarını benim laboratuvarımda yaptılar. Bu süreçte yedi TÜBİTAK
ve 1 DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) projesi başarı ile tamamlandı.
Şizofreniye poliamin yaklaşımı
ile ilaç adayı üç moleküle incelemeli patenti aldık. Yani şizofreni tedavisi
için bir buluş yaptım, çünkü incelemeli patent buluşa veriliyor. Bu buluşun
gerçekten insanlardaki şizofreni tedavisinde işe yarayıp yaramayacağı ise ayrı
bir konu. Medya ve tıp camiası bu gelişmeyle çok ilgilendi. Çalışmalarım ulusal
ve uluslararası alanda yankı uyandırdı.
Çalışmalarımın sonrasında Amerika Bileşik Devletleri’nde, California San
Diego Üniversitesi’nden (UCSD) davet aldım ve sunum yaptım. Üniversitenin
önemli akademisyenleri birlikte çalışma ve ilaç geliştirme teklifimizi kabul
etti ve birlikte proje üretmeye karar verdik. Daha sonra Dubai Üniversitesi’nde
de bu konuda konferans verdim. Genelkurmay Başkanı bana Yeni Buluşlar Şerit Rozet
Beratı verdi. Onurlu ve gururluydum, Cumhuriyet tarihinde sağlık alanında buluş
yapmış bir Türk subayı olmuştum. TÜBİTAK ve EBİLTEM gibi kuruluşların
desteklediği Özgün Çözümler Proje Pazarı yarışmasında patent aldığım projem
birincilik ödülünü kazandı. Bu durumda sanki fotoromanda okuduğum ve hayalini kurduğum
işi başarmıştım.
İlacı keşfettik ama yetmiyor, bunun
hastayı da tedavi etmesi lazım. Tedaviyi de başarsak, şizofreniye tedavi geliştiren
bir bilimci olarak Nobel kazanamasam da bilim camiasında önemli bir yer
edinirdim. Ancak patentim Türkiye’de öksüz kaldı, çünkü ilaç geliştirmek için
TÜBİTAK’ın bütçesi yetersizdi. Çalışmalarımın sonuçlarını Journal of Pysicopharmacology
de yayımladım. Ardından Neuroscience Biobehavioral Review ve Current Medicinal
Chemistry gibi önemli dergilerde kapsamlı derlemelerim basıldı. Bunlar alanında
ilk %10 ve %25’e giren dergiler, ancak bana “Bu bir buluş olsaydı Science ya da Nature’de yayımlanırdı” diyenler
de oldu. Türkiye’deki bazı bilimcileri maalesef ikna edemedim. Bu arada
Eczacıbaşı Bilim Ödülü’nün inovatif yayın ile ilişkili bir kategorisine başvurdum
ama kazanamadım. Başvurduğum inovasyon kategorisinde bu yıl ödüle değer çalışma
çıkmamıştır denildi. İncelemeli patent inovasyona yeterli bulunmamıştı. Ülke de
Ar-Ge olsun inovasyon olsun diyorlar ama gözlerinin önündekini göremiyorlar.
Zor şartlarda üç molekül geliştirmişim ve patent almışım. Sırf patent bile
önemli bir çalışmaydı.
“Türkiye’de inovasyon yapılsın, Ar-Ge
gelişsin diyorlar. Nasıl olacak?!”
Patent almak kolay bir iş değil; teknik
desteğim, avukatım yoktu. Geliştirdiğim 3 molekülün patentini Türk Patent Enstitüsü
onayladı. Bizim hakemimiz Avusturya patent ofisiydi. Sonra bir yıl içinde bu
patentleri uluslararası onaydan geçirmemiz gerekirken yapamadık. Çünkü hakkımda
bir karalama kampanyası başlatıldı. Bir akşam
bir arkadaşım beni aradı ve “Kurtlar
Vadisi dizisini aç seni anlatıyorlar” dedi. Dizide bir farmakolog insanları
psikopatlaştırıp tetikçi yapıyordu. Çeşitli internet mecralarında çalışmalarım “Vadiye
(Kurtlar Vadisi) konu olacak müthiş buluş” diye alaycı ve imalı bir şekilde
verildi. Gazetelerde “GATA’nın buluşunda derin şüphe” gibi manşetler atıldı. Buna
göre ben şizofreniyi zaten biliyormuşum ve insanları terör eylemleri yapacak
şekilde şizofreni yapıyormuşum. Ailece
çok can sıkıcı bir sürece girmiştik.
Bir takım sahte isimli insanlar internet
üzerinden beni karalamaya başladı. Ben de bunlara cevap vermek için tek
bildiğim bilim dilini kullanarak peş peşe makalelerimi yayınlamaya devam
ediyordum. 13 Haziran 2012’de tutuklandım. Suçlamalar; casusluk, insan
ticareti, kişisel verilerin kaydı, fuhuş, şantaj vb. Bu suçlamalarla beni İzmir’e götürdüler. O
tarihlerde gazete başlıklarında (Zaman gazetesini göstererek) “Casusluk
şebekesinin GATA Planı”, “Albay Prof. Dr. İ.T.U.’nun çetenin GATA
koordinasyonunu sağladığı” vb. haberlerle maalesef bir algı operasyonu
yaptılar. Cezaevinde 9 ay kaldım. Çevremdekiler uzaklaştı, çalışma teklif eden Amerikalılar
kayıplara karıştı. Sonra serbest bırakıldım. Bu süreçte uluslararası patente
başvuramadığımdan çalışmalarım Türkiye’de patentli ve güvende, fakat dünyada
değil. Çok da önemli değil, ben halen peşindeyim. Başarılı olduğumda bundan tüm
dünya faydalanabilir. Ama o zamanlar bu ilacı geliştirip üretebilsek Türkiye’ye
çok büyük ekonomik faydası olacaktı.
“Cezaevinde kaldığım süreçte ne
yaptım?”
Cezaevinde de dokuz ay boyunca
durmadan çalıştım. Bir TUBİTAK projesi ile şizofreni hastalarının kan
düzeylerine bakmıştık. Benim iddiam; agmatin bir poliamin. Poliamin miktarının kanda artmasıyla
şizofreni belirtilerinin artması arasında direkt pozitif bir ilişki var. Bu
ilişkiye bir parazit neden oluyor olabilir. Benim patentlerini aldığım
moleküller antiparaziterdi. Çalışmaları destekleyecek kan düzeyinin sonuçlarını
almıştık. Sonuçlar harikaydı. Kanda agmatin düzeyi 3-4 kat artmıştı. Makaleyi
cezaevinde yazdım ve kabul edilerek “Journal of Psychiatric Research” de yayımladı.
İmpact’i 4.5 civarında bir dergi ama yine bir Nature veya Science değil. Bu
makaleyi yazmak için epey bir mücadele verdim. Cezaevinde interneti kullanmam
yasak ve bilgisayarı kullanmak için ise özel izin çıkarttım. Ayrıca Madde Bağımlılığı kitabımı da
cezaevinde yazdım. Bir de “Beyin ve
Stres, Zor Koşullarla Mücadele Etme” semineri
hazırladım. Bir nörodavranış bilimcisi gözüyle haksız
tutukluluğun ve hapishane koşullarının beyni nasıl etkilediğini anlatmaya
çalıştım. Cezaevi müdürü de bu sunumu çok beğenerek cezaevi çalışanlarına da
vermemi istedi böylece cezaevi çalışanlarına da konferanslar verdim.
Cezaevinden çıktık; çalışacak yer
yok, laboratuvar kapatılmış, kimse iş vermiyor. GATA komutanı da destek olmadı.
Kendime yeni bir yol bulmam gerektiği imasında bulundu. Bazı arkadaşlar bana
neden Üsküdar’dasın diye soruyorlar. Kimse ne yaşadığımı bilmiyor ki,
cezaevinden çıktım ama davalarım devam ediyor. Hakkımda açılmış 3-4 tane dava
var. Sadece casusluk davası değil, genelkurmay ordudan atılmam için de dava
açtı. Bu süreçte saydım, tam 13 farklı mahkemede hesap verirken yaklaşık 20’nin
üzerinde hâkim ve savcı ile muhatap olmuşum.
Böyle bir süreçte birçok kurum sizi işe almaya çekiniyor, risk almak
istemiyor ve iş vermiyor. Bana sadece
Üsküdar Üniversitesi teklifte bulundu ben de Üsküdar Üniversitesi’ne gelerek Nöropsikofarmakoloji
Uygulama ve Araştırma Merkezini kurdum. Şimdi burada altıncı yılı doldurmak
üzereyim.
Yeditepe Üniversitesi konferans
vermem için davet etmişti. Burada dünyaca ünlü beyin cerrahı Gazi Yaşargil hocayla
tanıştım. Gazi Hoca Yeditepe Üniversitesinde işe başlayınca, hocadan
nörofarmakoloji konulu bir doktora programın da ders vermesi istenmiş. Hoca da
öğrencilere önermek için Türkçe Nörofarmakoloji konusunda bir kaynak ararken
benim Nöropsikofarmakoloji kitabımı görmüş ve benimle tanışmak istemiş. Bende
hocayı ziyarete giderek kitabımı imzalayıp verdim. Birlikte fotoğraf çektirdim.
Bu fotoğraf benim için çok önemli; beyin cerrahı olmak çocukluk hayalimdi. Dünya
çapında bir beyin cerrahının bana gösterdiği takdir ve ilgi hayalimi
gerçekleştirmiş kadar beni mutlu etti.
Sonra yaşadığım süreci
“Şizo-Fren” isimli bir kitap haline getirdim. Birçok yayın evine müracaat
ettiysem de bana “Konu bayat ilgi çekmez,
siz ünlü değilsiniz, kitap bu şekilde satmaz, bunun içinden cezaevini çıkarın
şizofreniyi anlatın o daha çok ilgi çeker” gibi şeyler söylediler ve
basmadılar. Bir yayımcı da “Siz bir Aziz Sancar değilsiniz, otobiyografi
yazma cesaretini nasıl buldunuz” dedi. Kısacası haddini bil dediler. Aziz
hocayı sever takdir ederim orası ayrı bir konu ama aynı şartlara sahip olsaydım,
ya da onun başına benim başıma gelenler gelseydi ne olurdu bilemiyorum.
Daha sonra “Görünmeyen Beyin” isimli
bir kitap yazdım. Bu kitabın yazılma hikâyesi de oldukça ilginçtir. Elimdeki Şizo-Fren kitabını gittiğimiz
yayınevleri basmıyor. “Biraz küçült, sadeleştir,
seninle birkaç ay sonra bir daha görüşelim” diyen bir başka yayıncı da bana
“29 yıl GATA’da çalışmışsın, GATA’yı anlatan
bir kitap yazsan daha iyi olur” dedi. Bende yayımcıya “GATA bana kucak açtı ve sistemin içine soktu ama cerrahi dâhil birçok
branşın tarihini anlatacak yetkinlikte değilim, orası tabiplerin yeri yapamam, hekimler
anlatsın” dedim. Kitap için en son gittiğim Destek Yayınevinde yayınevinin sahibi
Yelda Hanım “Sizin beyin ile ilgili harika bilgileriniz var. Görünmeyen Beyin başlığı
ile internette yaptığınız bazı konuşmalar var, biraz popüler dil kullanarak bunu
kitaplaştırın. İnsanlar sizi tanısın. Sonra
bağımlılık ile ilişkili bir kitap yazın üzerine, onu da çıkaralım. Yeterince
tanınırsanız istediğiniz kitabı yayımlarız” dedi. Görünmeyen Beyin kitabım 4.,
ve Hazdan Bağımlılığa kitabım 3. baskısını yaptı. Sanırım bir süre sonra süreci
anlatan kitabı çıkaracağız.
“Nobel ödülünü hala alamadım, ama niye
alamayalım, bizde bilim insanıyız”
Hasılı, henüz Nobel’i alamadık.
Türkiye’de yeni teori öne sürüyorsan, ya da yerleşik bir teoriye itiraz
ediyorsan önce “Sen kim oluyorsun”
diyorlar. “Nobel ödülü alabilirim”
diyorsun, şaşkınlık ve ruh sağlığından endişe ederek bakıyorlar. Bunları
dillendirmemiz lazım. Niye alamayalım, bizler de profesyonel bilimciyiz. Ben
bunu boks maçına benzetiyorum. Onbeş rauntluk boks maçında 14 raunt dayak
yersin 15. rauntda bir kısa yumruk çıkarırsın rakibini nakavt eder ve maçı
kazanırsın. (Gülerek) Benim ilacın tedavi etkinliğini henüz bilmiyorum; ilaç
etkili olur ve bir fırsatını bulup bunu gösterebilirsem neden Nobel almayayım?
Aziz Hocayla benzer taraflarımız
var. İkimiz de bu günkü durumumuzu Atatürk’e borçluyuz. Atatürk reformları
yaparak Cumhuriyetin temellerini bilim üzerine inşa etmesiydi bugün ne Aziz
Sancar ne de Tayfun Uzbay olurdu. Aziz Hoca da bugün geldiği durumu Atatürk’e
borçlu olduğunu söylüyor. O da benim gibi devlet okullarında okuyarak İstanbul
Üniversitesi’nde yüksek tahsilini yaptı. Aziz hoca Tıp, ben ise eczacılık okudum.
İkimiz de okul yıllarında kalecilik yaptık.
Bugün İstanbul Üniversitesi iki
Nobel ödüllü insan yetiştirmiştir. Bu çok önemli bir olaydır. Ama üniversite dâhil
kimse bunun farkında değil. Sağ olsunlar Eczacılık Fakültesi mezuniyet
törenlerine TEB (Türk Eczacılar Birliği) Akademi başkanı olduğum için davet
ediyorlar. Konuşmamda bundan bahsedince şaşırıyorlar. Nobel ödülü alan
insanlarımızı yâd edelim ama üniversitenin de katkısını unutmayalım. Dünyada
kaç üniversitenin mezunu Nobel ödülüne uzanıyor.
Aziz Hoca bir söyleşide “Benim en büyük umudum benden sonraki Türk
kuşakları kitaplarda benim yaptığım buluşları okuduğunda, bunu bir Türk yaptı
ve biz de yapabiliriz demeleri ve bu düşünce ile benden ders alarak benden daha
önemli buluşlar yapmaları ve inşallah onlardan birinin Nobel kazanmasıdır” demişti.
Ben bundan çok öncesinde zaten Nobel’i hayal etmiştim. Burada problem, Türkiye’nin
bilimsel ikliminden Nobel ödülü alacak çalışma ve bilim insanı çıkmasının zor
olduğu. Aslında Aziz Hoca ve onun gibi güçlü bilimcilerimiz Türkiye’ye dönüp
buradaki iklimin düzeltilmesine çaba sarf etse daha iyi olur gibime geliyor.
“Atatürk yurtdışına giden bilim
insanlarımızın ülkesine dönmesini isterdi”
Atatürk’ün vasiyeti, Türkiye’nin
bilimsel çalışmalarla öne çıkması ve bunum ülkemizde çalışarak yapılmasıdır.
Atatürk yurtdışına giden bilim insanlarımızın ülkesine dönmesini isterdi.
Atatürk yaşasaydı Aziz Hoca’ya çalışmalarını Türkiye’de yürütmesini söylerdi.
Aziz Hoca’nın Atatürk’ü övmesi, ödülünü Anıtkabir’e vermesi çok güzel bir davranış.
Ama öte yandan yurtdışında yaşaması ve ülkemizden zeki öğrencilere Amerika’da kurduğu
vakıf aracılığıyla destek vermesi bana göre yurtdışına olan beyin göçünü
özendiriyor. Tüm bunları önlemek ve ülkemizde bilimin gelişmesine katkı
sağlamak için öncelikle Türkiye’deki bilimsel iklimi düzeltmemiz lazım. Ben
Aziz Hoca’nın ülkemizde çalışarak Nobel ödülüne nasıl ulaşacağımızı, bunun yolu
ve yöntemini, neleri düzeltmemiz gerektiğini anlatmasının daha etkili olacağını
düşünüyorum. Bu konuları ben ve başka bilimciler de yazıp çiziyor, ama bizi
kimse dinlemiyor. Bu tespitleri Tayfun’un söylemesiyle Aziz Hoca’nın söylemesi
fark eder.
Aziz Sancar’ın aldığı bu ödül aslında
Türkiye’nin hanesine yazılmadı. Bazı bilimciler bunu söylediğim için de bana
kızıyor ama gerçek bu. Hatta katıldığım bir bilim jürisindeki saygın bir
bilimci Aziz Hoca’dan özür dilemem gerektiğini söyledi. Bizler bilim insanıyız ve bilim alanında da
birbirimizi eleştirebiliriz. Hocayı hedef alan saygısız bir şey söylemedim.
Neden böyle bir eleştirilemezlik dokunulmazlığı sağlıyoruz, anlamıyorum. Maalesef
biz kavramları karıştırıyoruz. Ben Aziz Hoca’yı çok takdir ediyorum. Çalıştığım
üniversitede portresi önemli bilimcilerin arasında yer alıyor, bir amfiye de adını
verdik. Ama kabul edelim, Aziz Hoca’nın çalışmalarının ekonomik katma değer
olarak Türkiye’de yaşayan Türklere bir artısı yok. Bunu söyleyince neden
kızılıyor yine anlamıyorum.
Forbes Dergisi 2013 yılının
Aralık ayında yayımlanan 12. sayısında tüm bu bilim insanlarını ve
çalışmalarını “Bilimin CEO’ları” başlığı altında ayrıntılı bir şekilde verdi.
Bu önemli bilim insanlarının yönettikleri önemli projeleri gıpta ile okudum.
Eminim başka okuyanlar da olmuştur ve bunların bir kısmı bu parlak bilimcilerle
kurdukları genetik bağlantı üzerinden Türk olarak gurur duymuşlardır. Bu Türklerin
ortak özelliklerine bakıldığında lisans ve yüksek lisanslarını Türkiye’den
aldıkları gözüküyor. Yani biz eğitim
sistemimiz içinde dünya çapında bilim insanı yetiştiriyoruz ama bu
yetiştirdiğimiz insanlarımız ülkemizde üretemiyor ve yurtdışına gidiyor.
Eğitimli insanımızı Türkiye’de tutamıyoruz. Yetiştirip ihraç ediyoruz. Bunun
olmaması lazım.
“İlk uçma fikri Türkiye’den çıkmış
iken, neden ilk uçağı onlar yapmadı?”
Herkesin bildiği üzere vakti
zamanında evrensel boyutta dünya haritaları çizen Piri Reis, Kubat Paşa diye
hırslı bir adamın iftirasına uğruyor ve boynu vuruluyor. Hazarfen Ahmet Çelebi’yi
de biz kanat takıp uçan çılgın bir adam olarak tanıdık. Ama yaptığı o uçuşun
altında aerodinami, havabilimi, geometri var. Bunu Türkiye ve Türkler kitabının
yazarı Büyükada doğumlu Andrew Mango söylüyor. Mango kitabında “İlk uçma fikri Türkiye’den çıkmış iken neden
ilk uçağı onlar yapmadı?” diye soruyor. Biz icat yapma işine pek pozitif
bakmıyoruz. Türkiye’nin kendi değerlerine sahip çıkmama huyu var. Hulusi Behçet
önemli bir değerimiz ama adına önemli toplantılar yapılmıyor, üniversitelerden
birine adını da vermedik.
2012 yılında Nobel kimya ödülünün
sahibi meslektaşım Prof.Dr. Brian Kobilka, Ülker’in davetlisi olarak Türkiye’ye
geldi ve Sabri Ülker Center da bir konferans verdi. Konferansta Ülker
ailesinden söz alan bir yetkili, Amerika’da Harvard’a 24 milyon dolar yatırımla
araştırma merkezi kurduğunu söyledi. Ülker, yurtdışına yaptığı desteğin çok
küçük bir bölümü olan 100 bin doları bizim laboratuvara yapmıyor. Ülkemizde
böyle destekler alamıyoruz, bu şekilde icat çıkaramayız. O gece önemli bir ödül
de Rockefeller Üniversitesi’nde çalışan Türk asıllı bir bilim insanına verildi.
Peki, burada çalışanları niye ödüllendirmiyoruz? Bu motivasyona daha çok kimin
ihtiyacı var? Sonrasında Türkiye’de Ar-Ge niye gelişmiyor, neden kendi
ilacımızı yapamıyoruz, neden bilimsel bilgiyi bir teknolojiye dönüştürme
yeteneğine sahip değiliz gibi sorular sorup duruyoruz. Ama başka ülkeler bunu başarıyor.
“Amerika’da önemli kemoterapi ve
nöropsikiatri ilaçlarının bir kısmını LG firması geliştirmiş”
Bizde ilaç veya teknoloji
geliştirmede teşvik yok, risk yatırımı yok. Büyük şirketler paralarının bir
kısmını teknolojiye yatırırlar. Bugün Amerika’da önemli kemoterapi ve
nöropsikiatri ilaçlarının bir kısmını LG firması geliştirmiş, sonrasında
Pfizer’a devretmiş. Bu şekilde maddi kazanımın yanında firma “know how” da
geliştiriyor. Ülkemizde bilimsel çalışmalara yeterince kaynak ayrılmıyor. Bu
koşullar altında her gün şizofreni hastalarının yakınları “Ne yapıyorsunuz, patentini aldığınız ilaç ne zaman çıkacak?” diye
beni arıyor. Elimden gelenler Türkiye’nin bilimsel iklimi ve bilime verdiği değerle
sınırlı. Ben de ancak makale ve kitap yazabiliyorum. Buluşları ilaca
dönüştürebilmek için zihniyet değişikliğine ihtiyacımız var.
Scientific American isimli
popüler bilim dergisi yaptığı bir çalışmada yeni bilimsel bilgi üretip bunu teknolojiye
dönüştüren ve ekonomiye kazandıran ilk 25 ülkeyi sıralamıştı (The World’s Best
Countries in Science. Scientific American, 307(4): 36-37, October 2012). Burada
Amerika 100 puanla birinci, Finlandiya 1 puanla 25. sırada yer almış. Bu 25
ülke aslında dünyadaki ekonomik küresel gücü de oluşturuyor. Bunlar enflasyonlarını
kontrol edebiliyorlar, büyük mali bir kriz olsa da bu ülkeler az etkileniyor. Ama
biz çok etkileniyoruz. Buradaki farkı ülkelerin bilimsel iklimi ve kapasitesi
belirliyor. Yaptırdığın doktoranın kalitesi, üniversitenin kalitesi, Ar-Ge
faliyetlerine ayırdığın bütçe, risk yatırımcılarının Ar-Ge faaliyetlerini ne kadar
tercih ediyor; hepsi etken. Türkiye’de risk yatırımcısı daha çok araziye ve
binaya yatırım yapıyor. İnsana yatırım yok. Nitelikli beyin gücü kendine
yatırım yapan ülkeye göç ediyor. Bu kafa ile Türkiye’de bilimsel bilgi
üretilmesi ve teknoloji gelişmesi çok zor görünüyor.
Ülkelerin bilime ayırdığı pay ve üretim
çıktılarına bakarsanız, Finlandiya’nın Amerika’nın çok çok azı bir bütçe
ayırmasına rağmen çıktısının oldukça fazla olduğu görülüyor. Burada dikkat
çekici olan Finlandiya’nın bugünkü eğitim sistemidir. İlginç olan ise
Finlandiya’nın eğitim sisteminin bizim 1950’lerde terk ettiğimiz Köy Enstitülerine
benzerlik göstermesidir, Aziz Sancar’ı da yetiştiren beğenmeyip terk ettiğimiz
eğitim sistemidir.
Günümüzde bir demokrasi toplumu
yaratacaksanız bunu bilim, hukuk ve etik temelinde yapmanız gerekiyor. Maalesef ülkemiz bilim ve hukuk konusunda alt
liglerde. Buradan bir bilim iklimi yaratmak çok zor. Çabalayan olunca da icat
çıkarma diye önü kesiliyor. Hatırlarım babaannem de bana kızdığında “icat çıkarma” derdi. Eski köye yeni adet
getirme, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar, yel değirmenleri ile savaşma, sallabaşını
al maaşını gibi başka örnekler de sunmak mümkün.
Atatürk’ün felsefesi devam
etseydi Türkiye’yi büyük ihtimalle listedeki 25 ülke arasında görebilirdik.
Bizim Brezilya, Tayvan veya Güney Kore’den ne eksiğimiz var?
“Bana konferanstan sonra bu soru çok
soruluyor.”
Konferanslarım sonrasında gençler
sıklıkla “Pişman mısınız? Sizi tekrar
geri gönderme şansımız olsaydı. Kuzey Teksas Üniversitesinde kalır mıydınız”
gibi sorular soruyor. “Hayır, kalmazdım
yine aynısını yapardım” diyorum. Ama şurası da gerçek ki şu andaki eğitimin
kalitesi de ortada. İyi bir eğitim için çok para sarf etmek de gerekiyor.
Gençlere Türkiye’de kendilerini geliştirecek bir yol bulamıyorlarsa, yurtdışına
gitmelerini tavsiye ediyorum. Gitsinler, ama şunu da bilsinler ki ne kadar çok
nitelikli insan ülkeyi terk eder ve giderse ülkenin gelişme şansı da o ölçüde
giderek zayıflar. Ülkemizin gelişmesini istiyorsak çocuklarımıza doğru rol
modeller sunabilmeli, onlara fırsat eşitliği ve hakkaniyet içeren iyi bir
eğitim sunmalıyız.
Teşekkür ederim.
Prof. Dr. İ. Tayfun Uzbay
Kategori: SAĞLIKTA FARK YARATANLAR
DİĞER Haberler
KATEGORİLER
DİJİTAL MAGAZİNLER
2024 - Sayı 1
2023 - Sayı 1
2022 - Sayı 1
Diğer Dijital Magazinlerimiz